31 Ekim 2008 Cuma

The Cure - 4:13 Dream

Robert Smith, kaydettikleri otuzüç şarkıyı başta double albüm olarak yayınlamayı düşünmüş. Daha sonra bundan vazgeçip ağırlıklı olarak pozitif şarkıların bulunduğu 4:13 Dream'i piyasaya sürmeye karar vermiş.

4:13 Dream, The Cure'un 13.stüdyo albümü olduğu için, dört aydır her ayın onüçünde yeni bir şarkı yayınlanarak dinleyicilere tanıtıldı. Albüm ise 28 ekimde raflarda yerini aldı. Çıktığı günden bu yana dinliyorum. Beğendiğim şarkıları aşağıda sizler için inceledim.

  • Underneath The Stars'la açılan albüm içinde barındırdığı neşeli havayı biraz da olsa erteliyor. Bu parçanın içindeki atmosferi yakalamak ve dinledikçe farkedilen tınıların keyfini çıkarmanız için şarkıya zaman tanımanızı öneririm.
  • The Only One, daha ilk dinleyişte sizi kıskıvrak ele geçiriyor. Dinlerken elinizde olmadan R.Smith'in "Oh I love Oh I love Oh I love" nidalarına eşlik ediyorsunuz.
  • Freakshow için tam bir The Cure klasiği diyebiliriz. Keyifli ve dinamik bir düzenlemesi var.
  • The Real Snow White , "You've got what I want," gibi çok güzel sözlerle açılıyor. Yükselip düşen akıcı bir ritmi var.
  • The Hungry Ghost, açılış riffiyle dinleyiciyi yakalıyor ve baştan sona kendini dinletiyor.Radyolarda sıkça çalınacağını umuyorum.
  • The Perfect Boy'da R.Smith, iki sevgilinin birlikteliklerine dair duygularını, onların ağzından öyküleştirerek anlatıyor.
  • 'Sleep When I Am Dead' ilk olarak 1985 yılında kaydedilmiş . TheCure'un seksenlerdeki havasını bugüne taşıdığından albüm içinde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.

4:13 Dream'in kapak çizimi daha önce Wish ve Disintegration albümlerinin de kapaklarını çizen grup elemanlarından Porl Thompson'a ait.

Robert Smith güzel şarkı sözleri yazmaktaki becerisini bu albümde de sürdürüyor. Yazdığı sözler kırılgan sesiyle anlam bulup grubun kendine has müzikal diliyle zenginleşiyor.

TheCure'u yeni dinlemeye başlayacak olanlar için 4:13 Dream iyi bir başlangıç olmayabilir. İçerdiği deneysel şarkılara kulak dolgunluğu olmayan bir dinleyici albümü başta yadırgayacaktır. Yine de 4:13 Dream'in, The Cure dinleyicilerinin beğeneceği bir bütünlüğe sahip olduğunu düşünüyorum.


1. Underneath The Stars
2. The Only One
3. The Reasons Why
4. Freakshow
5. Sirensong
6. The Real Snow White
7. The Hungry Ghost
8. Switch
9. The Perfect Boy
10. This. Here And Now. With You
11. Sleep When I'm Dead
12. The Scream
13. It's Over
şarkı sözlerinin tamamı için buraya tıklayın

http://www.myspace.com/thecure

16 Ekim 2008 Perşembe

Bitmeyecek Öykü / Michael Ende

Ne zaman bir kitabın kapağını açsak, aslında yeni bir dünyanın kapısını aralıyoruz. Her kitap kendine ait başka bir dünya içeriyor.

Bitmeyecek Öykü'de iki ayrı evren var. Olayların gidişatı bazı yerlerde kırmızı, bazı yerlerde ise yeşil puntolarla anlatılıyor. İki farklı renk, iki farklı dünyayı temsil ediyor.

Kitabı okurken, okumanın evrenler arası geçişi nasıl mümkün kıldığını görüyoruz. Hayallerin, gerçekliğin başka bir boyutu olduğunu anlıyoruz.

Micheal Ende'nin yarattığı olağanüstü hayal dünyasına dalıp yaşamdan kopacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü yazar, sezdirmeden de olsa okurlarına her fırsatta yaşamla ilgili bir farkındalık kazandırıyor.

Bitmeyecek Öykü, isimlerin ait olduğu varlıklar üzerindeki önemini vurgulaması açısından Ursula K. Leguin'in Yerdeniz Büyücüsü ile paralellik taşıyor.

Micheal Ende, öykünün kahramanlarından Bastian'ın okuma zevkinden bahsederken "Tümüyle sıradan bir kişinin, tümüyle sıradan hayatındaki, tümüyle sıradan olayları keyifsiz ve karamsar bir biçemle anlatan kitapları hiç sevmezdi." diyerek inceden bir Kafka eleştirisi yapıyor.


Ayrıca "Gerçeklerden bıkmıştı zaten, bir de ne diye okuyacaktı onları? Kendisini bir yere çekmek istediklerini hissetmekten nefret ederdi. O tür kitaplarda az yada çok hep bir yere çekilirdi insan." diyerek Sartre ve Camus gibi varoluşçu edebiyatın önde gelen isimlerine gönderme yapıyor.

Hitap ettiği geniş yaş aralığı açısından kitaplar söz konusu olduğunda Antoine de Saint- Exupéry'nin Küçük Prens'inin yeri ayrıdır. Küçük Prens, kıymet bilir okur açısından bir cevher olabilir. Bitmeyecek Öykü ise madendir.

Bitmeyecek Öykü, okurken bitmemesini dilediğiniz bir kitap. Yalın dili ve kurduğu renkli dünya sayesinde kendini keyifle okutuyor. Art arda sıralanıp birleşen öyküler ustaca bir kurguyla nakış gibi işlenmiş. Okurken kesinlikle elinizden bırakamıyorsunuz.


http://www.kitapyurdu.com/kitap/22326/bitmeyecekoykurenklibaski?sa=39493959

The Midnight Meat Train / Dehşet Treni














Dehşet Treni vizyona girmesini merakla beklediğim filmlerden birisiydi. İlgimin başlıca nedeni filmin Clive Barker'ın bir öyküsünden uyarlanmış olmasıydı.

Hellraiser'ı izlemiş olanlar Barker'ın karanlık korku türünde kendine has bir anlatımı olduğunu bilirler. İlk filmin kısa sürede kendi hayranlarını yaratmasından sonra başarısız devam filmleri de çekilmişti.

The Midnight Meat Train'i daha önce Books of Blood (Kan Kitapları)'da okuduğum için filmin konusunu biliyordum. Kitaptaki onca öykü arasında öne çıkan, akılda kalan bir öyküydü. Bu yüzden öyküyü okuyan birinin film konusunda beklenti içerisine girmesi kaçınılmazdı. Fakat uyarlamalarda sıkça rastlanan bir handikap vardır. Çekilen filmin konusu yazara ait olsa da ortaya çıkan iş yönetmene ait olur. Öyküyü yönetmenin algısından izleriz. Bazen yazarla yönetmenin bakış açısı farklı olduğundan ortaya asıl öyküden bağımsız bir film çıkar. Bu durum izleyicilerin lehine de olabilir aleyhine de...

Filmi izledikten sonra filmin senaryosunu Jeff Buhler gibi bir amatöre emanet etmek yerine CliveBarker'a yazdırsalarmış diye düşündüm. Belki klasikler arasına girmezdi ama kurgusu daha güzel bir film izlemiş olurduk.

Filmin temposunda kolaylıkla farkedilen bir aksaklık var. Filmin içerisindeki gereksiz karakterler, abartılı dehşet sahneleri ve anlamsız dialoglar konuyu zenginleştirmekten çok uzak. Ayrıca kadraja girip anlam bulmayan pek çok detay izleyicinin kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Midnight Meat Train maalesef bir Clive Barker filmi değil Ryuhei Kitamura filmi. Şayet o da kim derseniz; şimdilik, tanımamız gereken biri değil diyebilirim.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Mirrors











Son on yılda izlediğim korku filmlerini düşünüyorum da Halka,Garez ve 1408 dışındakileri hatırlamadığımı farkediyorum. 1408'in başarısı, senaryonun Stephen King'in kaleminden uyarlanmasına dayanıyordu. Halka ve Garez ise sırtını uzak doğu korku sinemasına yasladığından, izleyiciyi anında içine çeken bir öykü ve atmosfer vaadediyordu. Bu iki filmin uyandırdığı ilgi Hollywooddaki yapımcılar tarafından farkedildi. Daha sonra aynı senaryolar ile ABD ve Avrupa izleyicisi için yeniden çevrimleri çekildi ve piyasaya sunuldu.

Mirrors da bir Güney Kore korku filminin yeniden çevrimi.

Korkular şüphelerden doğar, gölgelerden beslenir. Mirrors'da 'aynalar tarafından izlendiğini düşünen bir adamın öyküsü'nü izliyoruz. Her ne kadar Kiefer Sutherland, 24 dizisiyle özdeşleşmiş olsa da filmdeki rolünde inandırıcı bir gerçeklik çiziyor.

Aynaları bir korku filmi içersinde kullanmak çok akıllıca bir seçim. Film bu özgün fikri alışılageldik korku filmi klişeleri ile türün meraklılarına sunuyor.

Filmin yönetmeni Alex Aja daha önceki filmi 'The Hills Have Eyes'daki gibi rahatsız edici 'gore' sahnelerden oldukça yararlanmış. Bu şiddet içeren yavan görüntülere rağmen filmin yüksek beğeniye hitap eden şık bir soundtracki var. Gerilimin tırmandığı anlarda ve filmin kilit sahnelerinde Albeniz'in Asturias'ının çağdaş bir yorumunu dinliyoruz.

İzleyici yorumları genelde olumlu yönde. Fakat mantıklı bir final beklentisi içersindeki izleyenlerin bir kısmı yönetmenin filmin sonunu iyi bağlayamadığını düşünüyor. Korku filmi izleyicisinin hayal ürünü bir konuda mantık araması ise bana başlı başına saçma geliyor. Benim açımdan Mirrors son zamanlarda izlediğim kaliteli yapımlar arasında şimdiden yerini aldı.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Quantum of Solace / Another Way To Die


James Bond filmleri eskiden beri ilgimi çekmez. Bence bütün ajan filmlerinin konuları yaklaşık olarak birbirine benziyor.

Bond filmlerinin gişede başarı yakalamasının sırrı: yakışıklı ve zeki ajan tipini filmin merkezine oturtup, basit bir konuyu sansasyonel güzellikteki kadınlar ve son model otomobillerle servis etmesinde yatıyor.

Bunca sıkıcılığına rağmen Bond filmlerini çekilir kılan tek şey, filmlerin soundtrackinde yer alan bazı şarkılar.Eğer biraz hafızanızı zorlarsanız aynı şeyi sizde göreceksiniz. Birkaç yıl önce izlediğiniz bir JamesBond filmini hatırlamaya çalıştığınızda, aklınızda filmle ilgili kalan tek şeyin filmin soundtrackinde yer alan bir şarkı olduğunu farkedeceksiniz.

Quantum of Solace için de böyle bir pazarlama taktiği uygulayan yapımcılar, son Bond filmini White Stripes'tan Jack White ile Alicia Keys'in beraber kaydettiği Another Way To Die adlı parçayla izleyicilere sunuyorlar.

Şarkıyı defalarca dinlememe rağmen halen niye kaydedildiğini anlayabilmiş değilim. Böyle bir ortak çalışma yerine her iki müzisyene de ayrı ayrı parçalar hazırlatsalar daha nitelikli şarkılar ortaya çıkacağından eminim.

Klibi aşağıda sizlere sunuyorum ve takdiri sizlere bırakıyorum.




Era Vulgaris


Geçen hafta içersinde iki yeni albüm dinleme fırsatım oldu. Bunlardan birisi Queens of the Stone Age'in Era Vulgaris'iydi.

Albümü ilk dinlediğimde öne çıkan parçalar Sick Sick Sick, 3's & 7's ve Make It wit Chu..Sonraki dinlemelerde beğendiklerim ise Misfit Love, I'm Designer, Into the Hollow . Değişmeyen favori şarkım ise Make It wit Chu..

Quotsa albüm kapakları açısından oldum olası beğenimi kazanamamış bir grup.Son albüm kapaklarını gördüğümde de bu durum maalesef değişmedi.

Albümdeki parça düzenlemeleri, ritmleri ve gitar tonlarını beğendim. Josh Homme her ne kadar ZZTop'a öykündüklerini ifade etse de yaratıcı gitar tonları açısından Jack White'a oldukça yaklaşmış.

Bu albümü distortion gitar-davul müziğini seven ve yeni bir şeyler dinlemek isteyenlere öneririm.